Yerel Seçimler Yaklaşırken “Sosyal Belediyecilik”
Kavramsal Açıklama
Bir süredir, yerel seçim tartışmalarında “sosyal belediyecilik” terimini kullananların sayısının arttığı dikkat çekiyor. Ama bu terimle ne anlatılmak istendiği pek de bilinmiyor. Seçimlere katılan siyasal partiler arasında da, bu kavramı açık seçik olarak tanımlamış ve parti izlencesine bir hedef olarak yerleştirmiş olanlar hemen hemen yok. Oysa, Batı demokrasilerinde, belirli ideolojileri savunan siyasal partiler, ister genel, ister yerel seçimlerde olsun, siyasal ve ideolojik içeriği olan buna benzer kavramları açıklığa kavuşturarak seçmen yığınlarının beğenisine sunarlar. Yurttaş ya da kenttaş, ancak böylelikle oy vereceği siyasal partiler arasında bilinçli bir tercih yapma fırsatını elde etmiş olur.
“Sosyal” ya da daha yeni bir anlatımla, kısaca “toplumcu” belediyecilik, toplumsal refah devletinin belediyeciliği olarak tanımlanabilir. Bu anlamda, sosyal belediyecilik, toplumsal amaçların öncelik aldığı, göz ardı edilmediği, toplumun çıkarlarının ön plana çıkarıldığı; bununla birlikte, üretim araçlarının mülkiyetinin, ilke olarak, yine bireylerde olduğu bir belediyecilik anlayışıdır. Sosyal demokrat, demokratik sosyal ve hatta sosyalist siyasal partilerin toplumsal belediyecilik anlayışları birbirlerinden farklı olmakla birlikte, mutlaka ortaklaşa paylaştıkları kimi değerlerin parti izlencelerinde bulunabileceği açıktır.
Toplumsal refah devleti gelir dağılımı dengesizliği ve yoksulluk gibi sorunlara kayıtsız kalamayacağı gibi, işsizlik, yaşlılık, hastalık gibi durumlarla kadınların, öğrencilerin, engellilerin sorunlarını da ilgi alanı içinde bulundurmak zorundadır. Bu gibi kamusal görevler, 1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin (madde 17, 21,22 ve 25), Avrupa Konseyi Kentli Hakları Şartı’nın kuralları arasında yer aldığı gibi, Anayasamızın devletin niteliklerini belirleyen 2. maddesinde de “sosyal devlet” adıyla yer almıştır. Anayasa’da yazılı ekonomik ve toplumsal haklardan hemen hemen hepsi bu kümede yer alan kamusal görevlerdir. Ne var ki, “sosyal devlet” ya da “sosyal belediyecilik”, birtakım önceliklerin belirlenmesini de gündeme getirir. Gelir dağılımı dengesizliklerle dolu olan ülkelerde, öncelik verilmesi gereken kümeler, kuşku yok ki, toplumun güçsüz ve yoksul kesimleridir.
1961 tarihli Anayasamızda, devletin konutla ilgili görevleri yalnızca “yoksul ve dar gelirli aileleri” kapsıyordu. Öncelik onlara tanınmıştı. Oysa, 1982 tarihli Anayasa’nın barınma hakkıyla ilgili 57. maddesinde böyle bir önceliğe yer verilmemiş. Bu türlü haklarla ilgili devlet görevlerinin, devletin mali olanaklarıyla sınırlı olduğu düşünülürse (Anayasa m.65), gerçek anlamda “sosyal” devlet olabilmenin zorluğu daha iyi anlaşılır. Bu bağlamda değinilmesi gereken önemli bir nokta, bir yerel yönetim türü olarak belediyenin ne bir hayır kurumu, ne de sivil toplum kuruluşu olduğudur. Anayasa, belediyelere kamu tüzel kişisi tanımı içinde yer vermiştir.
Ülkemizde “Sosyal Belediyecilik”
Ülkemizde sosyal belediyeciliğin köklerinin Osmanlı İmparatorluğu dönemine kadar uzandığı söylenebilir. Osman Nuri Ergin’in belediyecilik üzerine yazdığı kitaplarda bunların örnekleri vardır. Yakın geçmişte, 1970’li yıllarda da, daha çağdaş bir çerçevede, kimi CHP’li belediyelerin başkanları ve danışmanları, “Toplumcu Belediyecilik” adıyla, yeni bir belediyecilik anlayışını partilerine önerdiler. Var olan dizgenin sorunlarından ve aksaklıklarından yola çıkan bu çalışmada, toplumcu belediyeciliğin “sosyal adaletçi, katılımcı, demokratik, üretici ve kaynak yaratıcı, birlikçi ve bütünlükçü” olması, “kentlerde oluşan rantları kamuya aktarmayı görev edinmiş” bir belediyecilik olması önerilmiştir. Bu öneriler arasında bir tanesi de, yeni belediyeciliğin amacının “yerel yönetim” değil, “yerel hükümet” olmak olduğunun belirtilmiş olmasıydı.
Toplumcu belediyecilik özde kapitalist düzeni değiştirmeyi amaçlamayan, yalnızca iyileştirmeyi gündemine alarak belediyeciliğe, yeni bir biçim vermeyi öngördüğü halde, önerilen ilkelerin farklı yorumlara konu yapılması nedeniyle, o günlerin Ankara, İstanbul ve İzmit belediye başkanları kendi partilerine ters düştüler ve yerlerine başka adaylar gösterildi. Sonuçta, toplumcu belediyecilik bir bütün olarak yaşama geçirilemedi.
Yerel yönetimlerin hem yetkiler, hem de gelir kaynakları yönünde devlete geniş ölçüde bağımlı olduğu ülkelerde, sosyal belediyeciliğin önünde çok büyük engellerin olduğunu kabul etmek gerekir. Bir başka deyişle, sosyal belediyeciliğin amaçlarını gerçekleştirme görevi daha çok devletin omuzlarlında kalır. Nitekim, Türkiye’de de, 1980’li yıllarda 3294 sayılı yasa ile oluşturulan Sosyal Yardım ve Dayanışma Fonu’ndan bu amaçla bir ölçüde yararlanılmıştır. Sosyal güvenlik dizgesi dışında kalan “muhtaç” ailelere yapılan yardımlarda en büyük mülki amirler kilit rol oynamaktadırlar. Kimi belediyelerle köylerin altyapı vb. yatırım gereksinmelerini karşılamak üzere oluşturulan BELDES ve KÖYDES’ in çalışmaları da yerel yönetimler hizmet birlikleri aracılığı ile yine valiler ve kaymakamlarca yürütülmektedir.
Küreselleşme akımları ve Batı dünyası ile bütünleşme çabaları, kamu hizmetinden yararlanan yurttaşı ve kenttaşı hızla “müşteri” konumuna indirdikçe, sosyal belediyecilik yapma şansı da yitip gitmektedir. Örneğin, 3239 sayılı Emlak Vergisi Yasası, “mahalle, köy, cadde ve sokaklar için” vergi oranlarında farklılaştırma yapma yetkisini belediye meclislerine verdiği halde bu uygulamaya “pratik güçlükler” nedeniyle son verildi. Öte yandan, Ankara Belediyesi “sosyal piyasa ekonomisinin oluşturulmasında sağlıklı bir yöntem olduğunu öne sürerek”, kimi mal ve hizmetlerin fiyatlarını belirleme yetkisini 1990 yılında esnaf derneklerine devretmiştir. Kısa süre sonra ise 507 sayılı Esnaf ve Küçük Sanatkarlarla ilgili yasada değişiklik yapan 3741 sayılı yasa (1991) ile bu uygulama bütün ülkeye yaygınlaştırıldı. Yetki, derneklerin ve birliklerin meclislerine devredildi.
Mal ve hizmetlerin maliyetini fiyatlara olduğu gibi yansıtmayı öneren Dünya Bankası’nın ve öteki finans kuruluşlarının önerileri yaşama geçirildikçe, sosyal belediyeciliğin yerini asosyal ya da antisosyal bir yerel hizmet anlayışının alması elbette kaçınılmazdır. Ocak 2002’de yürürlüğe giren 4736 sayılı yasa bunun en güzel örneklerinden biridir. Bu yasa, kamu kurum ve kuruluşlarının ürettikleri mal ve hizmetlerin fiyatlarının belirlenmesinde genel bir kural getirmiştir: “İşletmecilik gereği yapılması gereken ticari indirimler hariç, herhangi bir kişi veya kuruma ücretsiz veya indirimli tarife uygulanamaz.” Yasada, sosyal belediyecilik ilkesine bir ölçüde uyan şu ayrıksın kural vardır: “Belediyeler ve onlara bağlı birlik, müessese ve işletmeler tıoplu taşım (a) hizmetlerinde, malül, yaşlı, öğrenci ve basın kimlik kartı sahiplerine indirim uygulamaya yetkilidirler.” Kuşku yok ki, salt bu ayrıksın kural sosyal belediyeciliğin güvencesi olamaz.
Son Tartışmalar
Son günlerde devletin kimi illerde valilerin öncülüğünde yapmakta olduğu yardımlar tartışmalara yol açmaktadır. Savcılıklara, hatta Yüksek Seçim Kurulu’nca yapılmış şikayet başvuruları bile var. Yukarıda da belirtildiği gibi, Anayasa’nın sosyal devletten söz eden 2. maddesi karşısında, devlet yoksulluğa yabancı kalamaz. Yapılacak yardımlarda güçsüz toplumsal sınıflara, kimi bölgelere, semtlere ve kümelere öncelik vermek şarttır. Bununla birlikte, hukukun üstünlüğü, eşitlik ve adalet gibi ilkeler de, herkesi bağlayan anayasal kurallardır. Dolayısıyla, Ankara Belediye Başkanı’nın kömür, yiyecek , giyecek ve benzeri (bedava) yardımları konusundaki çalışmaları ile Dikili Belediye Başkanı’nın (bedava) su sağlama konusundaki kararı ve İstanbul Anakent Belediyesi’nin, Başbakanın Davos dönüşünde toplu taşıma araçlarını sabaha kadar (bedava) hizmete sokması kararı hep ayni tüzel çerçeve içinde değerlendirilmeleri gereken hizmet türleridir.Birbirinden çok farklı olmayan bu konularda yönetim ve yargı mercilerinin farklı uygulamalar içinde olmaları adalet ve eşitlik ilkeleriyle bağdaştırılamaz.
Kuşkusuz, hiçbir yardım kamu vicdanını rahatsız etmez. Tersine rahatlatır. Ne var ki yardımın yapılış yöntemi, gösteriş, reklam, bahşiş, ekonomik ve siyasal sömürü konusu yapılmasına fırsat bırakmamalıdır. Devlet ve siyaset kadrolarında görev alanlar, yurttaşın ve kenttaşın toplumsal refah düzeyini yükseltmeye katkıda bulunurken hem anayasa ve yasa kurallarına, hem de etik kurallara titizlikle uymalıdırlar. Demokratik devlet yönetimlerinde keyfiliğe yer yoktur. Dolayısıyla, her düzeydeki yardım çalışmalarının yapılmasında, a) yeterli kaynağın var olmasına, b) dağıtım ölçütlerinin nesnel ve keyfilikten uzak olarak belirlenmesine, c) zamanlamanın zihinlerde kuşku yaratmayacak bir biçimde saptanmasına ve d) yardım yönteminin belirlenmesinde yasaların çizdiği çerçeve içinde kalınmasına özen göstermek gerekir.
Prof. Dr. Ruşen KELEŞ
#yerelseçimler
Özelkalem Yerel Yönetim Ağı
►Özelkalem Dergisi’ni oku : https://www.ozelkalem.com.tr/ozelkalem-dergisi/ozelkalem-dergisi/
►Abone ol.: https://www.ozelkalem.com.tr/abonelik/
Özelkalem Tv. İzle Türkiye!
►Abone ol: http://www.youtube.com/c/Özelkalemtv
►Özelkalem Dergisi Yerel Yönetim Ödülleri : https://yerelyonetimodulleri.com.tr/
►Güzel Bir Türkiye: http://guzelbirturkiye.com/
Sosyal medyada bizi takip edin:
►Instagram: https://www.instagram.com/ozelkalemde…
►Twitter: https://twitter.com/ozelkalemdergi
►Facebook: https://www.facebook.com/ozelkalemdergi
►Güzel Bir Türkiye Instagram: https://www.instagram.com/guzelbirtur…
Erengül Bilenser | Özelkalem Yerel Yönetim Ağı Kurucusu
►Instagram: https://www.instagram.com/erengulbile…
►Twitter: https://twitter.com/ebilenser
►Linkedin: https://www.linkedin.com/in/erengul-b…
►erengulbilenser@epr.com.tr