Birbirine bir elmanın iki yarısı kadar benzeyen iki şehir. Rüzgarın dağıttığı saçlarına ikisi de türlü çeşit çiçeklerden taç yapmış. İkisi de binlerce yılı nice efsanelere nice aşklara nice şiire baş tacı olarak yaşamış. İkisinin de berrak sularla yıkanmış sıcacık yüreği ve güler yüzü. İkisi de masal kahramanları kadar çok sevilmiş ama ikisinden biri biraz daha güçsüz kalmış zamanın ve insanın ettiklerine karşı. Özelkalem’in sayfaları bu sayıda bir yandan Gölyazı’ya, bir yandan Rovinj’e açılıyor.
Gün batımının dünya üzerindeki en güzel manzarayı hediye ettiği yerlerden biri Gölyazı. Eski adı Apolyont ve burası eski bir Rum köyü aslında; küçük bir balıkçı köyü. Bursa’da, Uluabat Gölü (Apollont gölü) kıyısında küçük bir yarımada. Tarihi, Roma Dönemi’ne kadar uzanıyor. Evlerin temel taşlarında, sokakların köşe başlarında Roma izlerini görmek mümkün. Apollon Krallığı’nın merkezi olarak bilinen Gölyazı’ya bağlı toplam sekiz küçük ada var ve bunlardan en büyüğü olan Halilbey Adası, bu eşsiz yerin en ünlü fotoğraflarında bütün dünyaya el sallıyor.
Gölyazı sokaklarında dolaştıkça, göle uzanan o daracık sokakların huzur veren havasını soludukça, kim olduğunuzu ya da nereden geldiğinizi hiç umursamadan size evinin kapısını ardına kadar açmaya hazır o güzel yüzlü insanlarla sessiz sedasız selamlaştıkça hem içi pırıl pırıl oluyor insanın hem de kocaman kanatlı bir hüzün kuşu konuyor yüreğine. Keşke daha iyi bakılsaymış sana.
Keşke daha fazla kıymet verilseymiş. Keşke sıkı sıkı sarılsaymış seni sevenler senin eşsiz hazinene. Köyün kadınları da erkekleri de balıkçılık yapıyor. En büyük geçim kaynağı balıkçılık ve zeytincilik olan Gölyazı’nın sokaklarında kadınlar her daim ağ örüyor hâlâ ama gölün bereketi eski zamanlardaki bolluğun yanından bile geçmiyor. Bu misafirperver ve güler yüzlü köyün ağaçları, lüle lüle saçlarını ışıltılı sulara sarkıtan peri kızları gibi.
Dünyanın her yerinden fotoğraf tutkunları, onları görmeye geliyor. Rum evlerinin bir kısmı korunmuş ama böyle giderse daha ne kadar dayanırlar belli değil. Köyün en önemli simgelerinden biri de Ağlayan Çınar. Apollon Tapınağı da şimdikinden çok daha fazla ilgiyi hak ediyor. Göçmen kuşların doğal cenneti olan köyde her sene Leylek Şenlikleri düzenleniyor ve sandal turu yapmak da Gölyazı’yı keşfetmenin en muhteşem yollarından biri. Köyün turisti bol olsa da ne yazık ki turiste yönelik konaklama olanağı yok sayılır.
Gölyazı’nın Hırvatistan’daki dünyalar güzeli benzeri Rovinj, bu açıdan çok daha şanslı. Rovinj’de pek çok özel turizm bürosu var ve çoğu da geç saatlere kadar açık. Rovinj sakinleri de turizm konusunda Gölyazı sakinlerinden epey önde. Çok sayıda ev, pansiyon hizmeti veriyor. Rovinj de hayatını Gölyazı gibi balıkçılıktan ve turizmden kazanıyor. Renkli cepheli ve kırmızı çatılı evleri ile eski Venedik dönemlerini anımsatan Rovinj’in daracık sokakları sürprizlerle dolu.
Aile restoranlarından sokaklara taşan Hırvat müzikleri, tasarım ürünleri satan küçük dükkanlar, sanat galerileri, kıyı boyunca çiçeklerle bezeli kafeler Rovinj’i Gölyazı’ya oranla daha hayat dolu bir yer haline getiriyor. Belediye de çok emek vermiş; deniz özel olarak ışıklandırılmış, kayaların üzerlerine şamdanlar yerleştirilmiş, her yere minderler konulmuş ve turistin de yerli halkın da bu güzellikleri doyasıya yaşaması sağlanmış. Rovinj yaklaşık iki bin yıllık bir şehir. Bizans ve Venedik gibi devletlerin egemenliğinde kalmış.
En önemli simgelerinden biri Azize Euphemia Katedrali. Euphemia, Bizans Dönemi’nde, İstanbul’daki Kadıköy’de, zengin bir ailenin kızı olarak doğmuş. Hristiyanlığın yasak olduğu dönemde Hristiyan olduğu için öldürülünce, Bizans’ta konsül tarafından azize ilan edilmiş. Efsaneye göre, fırtınalı bir gün olan 13 Temmuz 800’de Euphemia’nın lahdi yüzerek İstanbul’dan Rovinj’e kadar gelmiş ve halk da onu azize kabul etmiş.